Atlas Okyanusunun yanında kurulu olan Agadir’den rotamızı Atlas dağlarına doğru çeviriyoruz. Güney’i gerimizde bırakarak Marrakeş’e birkaç saatlik uzaklıkta bulunan tepeleri karlı Atlas Dağlarının eteklerinden dolanarak Qukaimedem’e çıkıyoruz. Yol boyunca dağın eteklerinde yaşayan köylüleri seyre dalıyorum. Kocaman gözleri, kıpkırmızı yanaklarıyla minicik köy çocukları arabalar geçerken onlara bakıyorlar. Fas’ı bize gezdiren Fatih Abimiz bir poşet çikolata alıyor ve yol çocuk gördükçe arabayı yavaşlatarak çikolataları onlara atıyor. Kalabalık çocuk grupları çikolataları kapmak için hoplayıp zıplıyorlar. Zaman zaman duman kokuları karşılıyor bizi. Köyün hanımları su birikintilerinin yanında çamaşır yıkıyorlar. Köylerdeki evler killi topraktan. Çatıları yok ve genellikle dikdörtgen şeklinde.
Qukaimedem ise kayak yapılan bir mekan. Hava buz gibi haliyle… Dağların tepeleri karlarla kaplı… Teleferikle zirveye çıkıyoruz. Bu sırada baharı, yazı ve kışı aynı anda yaşatan Rabbe hamd ediyorum. Teleferikle karlı dağın üstünden havada yukarı doğru kayıyor gibi hissediyorum. Ve sessizlik. Arabalar, teknolojik aletler, yol… Tüm bunların gürültüsünden bıkmış bir haldeyken sessizliğin içinde ilerlemek dinlendiriyor beni. Ciğerleri açan bir hava, beyazlık ve temizlik hissi… Allah’la baş başa olduğumu hissediyorum. Zirveye varınca dağları temaşa ediyoruz ve tekrar aşağı iniyoruz.
Marakeş’e vardığımızda çok geç olmadığı için meydanda yürümeye karar veriyoruz. Kıyamet Meydanı’na adım attığımızda bambaşka bir dünyaya giriyorum. İlk olarak şaşkın şaşkın etrafı seyreden bir turist rolündeyim. Meydanda türlü türlü atraksiyonlar var. Hikaye anlatıcıları, dans gösterisi yapan erkekler, fal bakan kadınlar, kınayla süsleme yapan kadınlar… Bu meydan gerçekten kıyameti andırıyor.
Kıyamet Meydanı üzerine söylenebilecek o kadar şey var ki… Bir anda sihirli bir değnekle dünya değişiyor… O alıştığım sahneler kayboluyor. Masalların tılsımlı diyarında buluyorum kendimi. Sanki az sonra ayağım bir şeye çarpacak da içinden cin çıkacak gibi. Fas’ın mistisizmini bir nefeste çekiyorum içime. Bu dünyadan olmayan bir dünya… Bu yeni dünyada yemek yiyen insanların, gösteri yapanların arasından geçerek Souk’u geziyoruz. Bu akşam tüm yorgunluğuma rağmen buradan ayrılmak istemiyorum…
Ertesi gün sabah erkenden kalkıyoruz. İlk gidilecek yer Jardin Mojorelle; botanik bahçesi. İçeri girdiğim andan itibaren Fas’ta yaşadığım bu dünyadan olmamak duygusunu pekiştiriyorum. Çünkü bir sürü bitki türlerinin arasında yedi iklimi hissediyorum. En fazla ise sayamadığım kadar çok çeşidi bulunan kaktüslerin olduğu kısımda başka başka toprakların kokusunu duyuyorum.
Bu aydınlık Marakeş gününde ikinci durağımız Koutubiyye Cami. Marakeş’in her yerinden bakılıp görülen bu caminin minaresi 12. Yüzyılda tamamlanmış. Fas’ın kızıl şehrinin kızıl minaresi olarak maviliğe doğru yükseliyor. Kotubiyye Cami’nin çaprazına arabamızı park ettikten sonra uzun zamandır portakal sandığım turunç ağaçlarının arasından geçerek caminin içini keşfetmeye ilerliyoruz. Bu arada ağaçlardan turunç kopararak yemeye çalışıyoruz. Çünkü inanılmaz ekşi ve çekirdekli. O kadar muhteşem bir kokusu var ki bu turunçların elimize kabuklarını sürerek durmadan kokluyoruz.
Camiyi gezdikten sonra yürüyerek Kıyamet Meydanı’na ulaşıyoruz. Gece olan bazı atraksiyonlar şimdi görünürde yok. Ama bu seferde her yerde yılan oynatıcılarıyla karşılaşıyoruz. Yine masalların içinde uçan halıyla gezer gibi süzülüyoruz Kıyamet Meydanı’nda. Meydandan çıkıp ara sokaklardan geçerek Marakeş’in tozunu yutuyoruz. Fas’ı iliklerime çektiğimi hissediyorum bu sokaklarda yürürken; dar tozlu sokaklar, geleneksel Fas duvar oymacılığının süslediği eski binalar, kapılar, restoran haline getirilmiş binalar… Uzun bir yürüyüşten sonra Bahia Kasr’ına geliyoruz. Saraya ulaşmak için geçtiğimiz yollarda bisikletler, motorlar, arabalar, at arabaları ve yayalar hep birden ilerliyorlar. Karmaşa içinde garip bir intizam devam ediyor. Sarayın kapısından girer girmez bütün gürültü sona eriyor. Portakal ağaçlarının içinden geçerek sarayı keşfetmeyi bekliyoruz. İşte tam bu sarayda içimi Fas duvar süslemeleri doldurdukça dolduruyor. Sarayın duvarlarının oymalarına, işlemelerine bakarken buradan koca bir medeniyet geçtiğini anlıyorum. İnce ince nakşedilmiş oymalar ruhuma işliyor sanki. Onlara bakarken duyduğum hazzı tarif etmem mümkün değil. Hayranlık, sevinç, hüzün hepsi bir arada…
Sarayın içinde birbirine açılan odalar, kapılar, ortada bulunan şadırvanlar, gizli bahçeler… Hepsi geçmişi bir kez daha yaşatıyor. Bu mimariyi gördükten sonra Fas’ı daha iyi anladığımı düşünüyorum. Çünkü suokların bile dışı çevrili. Evlerin, odaların. Kapı, duvarlar ve tavanlar süsleniyor. Ama hep çevrili ve içi gizli… Kapıya verilen önem üzerine uzun uzun konuşulabilir belki. Çünkü kapı yeni bir aleme açılır. Dışarıda olandan başka bir şey vardır içeride. Gizli, mahrem olanın etrafı çevrilir ve kapının arkasında kalır. Fas’ta kapıya verilen önemde bununla ilişkilidir belki. Başkalarına kapalı sırlarla dolu dünyalar…
Marakeş… Kızıl şehir… Bütün binalar kızıl-kahverengi tonlarda. Bu aynılık canımı bir an olsun sıkmıyor. Aksine her daim bu aynılığın arkasında farklılıkları keşfedecekmiş gibi hissediyorum ve içime değişik bir huzur doluyor. Güneş batımını bir tepeden seyredemiyoruz ama arabamızla ilerlerken Marakeş’in kızıllığını içime doldurdukça dolduruyorum.