0

Marakeş, Kızıl

Atlas Okyanusunun yanında kurulu olan Agadir’den rotamızı Atlas dağlarına doğru çeviriyoruz. Güney’i gerimizde bırakarak Marrakeş’e birkaç saatlik uzaklıkta bulunan tepeleri karlı Atlas Dağlarının eteklerinden dolanarak Qukaimedem’e çıkıyoruz. Yol boyunca dağın eteklerinde yaşayan köylüleri seyre dalıyorum. Kocaman gözleri, kıpkırmızı yanaklarıyla minicik köy çocukları arabalar geçerken onlara bakıyorlar. Fas’ı bize gezdiren Fatih Abimiz bir poşet çikolata alıyor ve yol çocuk gördükçe arabayı yavaşlatarak çikolataları onlara atıyor. Kalabalık çocuk grupları çikolataları kapmak için hoplayıp zıplıyorlar. Zaman zaman duman kokuları karşılıyor bizi. Köyün hanımları su birikintilerinin yanında çamaşır yıkıyorlar. Köylerdeki evler killi topraktan. Çatıları yok ve genellikle dikdörtgen şeklinde.

Qukaimedem ise kayak yapılan bir mekan. Hava buz gibi haliyle… Dağların tepeleri karlarla kaplı… Teleferikle zirveye çıkıyoruz. Bu sırada baharı, yazı ve kışı aynı anda yaşatan Rabbe hamd ediyorum. Teleferikle karlı dağın üstünden havada yukarı doğru kayıyor gibi hissediyorum. Ve sessizlik. Arabalar, teknolojik aletler, yol… Tüm bunların gürültüsünden bıkmış bir haldeyken sessizliğin içinde ilerlemek dinlendiriyor beni. Ciğerleri açan bir hava, beyazlık ve temizlik hissi… Allah’la baş başa olduğumu hissediyorum. Zirveye varınca dağları temaşa ediyoruz ve tekrar aşağı iniyoruz.

Marakeş’e vardığımızda çok geç olmadığı için meydanda yürümeye karar veriyoruz. Kıyamet Meydanı’na adım attığımızda bambaşka bir dünyaya giriyorum. İlk olarak şaşkın şaşkın etrafı seyreden bir turist rolündeyim. Meydanda türlü türlü atraksiyonlar var. Hikaye anlatıcıları, dans gösterisi yapan erkekler, fal bakan kadınlar, kınayla süsleme yapan kadınlar… Bu meydan gerçekten kıyameti andırıyor.

Kıyamet Meydanı üzerine söylenebilecek o kadar şey var ki… Bir anda sihirli bir değnekle dünya değişiyor… O alıştığım sahneler kayboluyor. Masalların tılsımlı diyarında buluyorum kendimi. Sanki az sonra ayağım bir şeye çarpacak da içinden cin çıkacak gibi. Fas’ın mistisizmini bir nefeste çekiyorum içime. Bu dünyadan olmayan bir dünya… Bu yeni dünyada yemek yiyen insanların, gösteri yapanların arasından geçerek Souk’u geziyoruz. Bu akşam tüm yorgunluğuma rağmen buradan ayrılmak istemiyorum…

Ertesi gün sabah erkenden kalkıyoruz. İlk gidilecek yer Jardin Mojorelle; botanik bahçesi. İçeri girdiğim andan itibaren Fas’ta yaşadığım bu dünyadan olmamak duygusunu pekiştiriyorum. Çünkü bir sürü bitki türlerinin arasında yedi iklimi hissediyorum. En fazla ise sayamadığım kadar çok çeşidi bulunan kaktüslerin olduğu kısımda başka başka toprakların kokusunu duyuyorum.

Bu aydınlık Marakeş gününde ikinci durağımız Koutubiyye Cami. Marakeş’in her yerinden bakılıp görülen bu caminin minaresi 12. Yüzyılda tamamlanmış. Fas’ın kızıl şehrinin kızıl minaresi olarak maviliğe doğru yükseliyor. Kotubiyye Cami’nin çaprazına arabamızı park ettikten sonra uzun zamandır portakal sandığım turunç ağaçlarının arasından geçerek caminin içini keşfetmeye ilerliyoruz. Bu arada ağaçlardan turunç kopararak yemeye çalışıyoruz. Çünkü inanılmaz ekşi ve çekirdekli. O kadar muhteşem bir kokusu var ki bu turunçların elimize kabuklarını sürerek durmadan kokluyoruz.

Camiyi gezdikten sonra yürüyerek Kıyamet Meydanı’na ulaşıyoruz. Gece olan bazı atraksiyonlar şimdi görünürde yok. Ama bu seferde her yerde yılan oynatıcılarıyla karşılaşıyoruz. Yine masalların içinde uçan halıyla gezer gibi süzülüyoruz Kıyamet Meydanı’nda. Meydandan çıkıp ara sokaklardan geçerek Marakeş’in tozunu yutuyoruz. Fas’ı iliklerime çektiğimi hissediyorum bu sokaklarda yürürken; dar tozlu sokaklar, geleneksel Fas duvar oymacılığının süslediği eski binalar, kapılar, restoran haline getirilmiş binalar… Uzun bir yürüyüşten sonra Bahia Kasr’ına geliyoruz. Saraya ulaşmak için geçtiğimiz yollarda bisikletler, motorlar, arabalar, at arabaları ve yayalar hep birden ilerliyorlar. Karmaşa içinde garip bir intizam devam ediyor. Sarayın kapısından girer girmez bütün gürültü sona eriyor. Portakal ağaçlarının içinden geçerek sarayı keşfetmeyi bekliyoruz. İşte tam bu sarayda içimi Fas duvar süslemeleri doldurdukça dolduruyor. Sarayın duvarlarının oymalarına, işlemelerine bakarken buradan koca bir medeniyet geçtiğini anlıyorum. İnce ince nakşedilmiş oymalar ruhuma işliyor sanki. Onlara bakarken duyduğum hazzı tarif etmem mümkün değil. Hayranlık, sevinç, hüzün hepsi bir arada…

Sarayın içinde birbirine açılan odalar, kapılar, ortada bulunan şadırvanlar, gizli bahçeler… Hepsi geçmişi bir kez daha yaşatıyor. Bu mimariyi gördükten sonra Fas’ı daha iyi anladığımı düşünüyorum. Çünkü suokların bile dışı çevrili. Evlerin, odaların. Kapı, duvarlar ve tavanlar süsleniyor. Ama hep çevrili ve içi gizli… Kapıya verilen önem üzerine uzun uzun konuşulabilir belki. Çünkü kapı yeni bir aleme açılır. Dışarıda olandan başka bir şey vardır içeride. Gizli, mahrem olanın etrafı çevrilir ve kapının arkasında kalır. Fas’ta kapıya verilen önemde bununla ilişkilidir belki. Başkalarına kapalı sırlarla dolu dünyalar…

Marakeş… Kızıl şehir… Bütün binalar kızıl-kahverengi tonlarda. Bu aynılık canımı bir an olsun sıkmıyor. Aksine her daim bu aynılığın arkasında farklılıkları keşfedecekmiş gibi hissediyorum ve içime değişik bir huzur doluyor. Güneş batımını bir tepeden seyredemiyoruz ama arabamızla ilerlerken Marakeş’in kızıllığını içime doldurdukça dolduruyorum.

0

Fas Rüyasına Giriş

31 Aralık 2012

Ankara’dan sabahın nurunda ayrılarak İstanbul’a uçuyoruz. İstanbul’dan ise Casablanca’ya saat 9.55’te uçmaya başlıyoruz. İlk kez Afrika’ya ayak basacak olmanın heyecanı içerisinde camımdan yeryüzünü seyrediyorum. Denizler, karalar aşıyoruz. İnişe doğru Atlas okyanusu ve Fas kıyılarını seyrediyoruz. Casablanca’ya uzaktan bakıyoruz. Casablanca yukarıdan dümdüz görünüyor. Alabildiğine uzanan bir düzlük…
İndiğimizde sıcak havayı hissediyoruz. Havaalanının içinde bir adam sigarasını içine çekiyor. Kuralların çok işlemeyeceği bir yere geldiğimi anlıyorum. Pasaport kontrolünden sonra bir de yılbaşı günü olduğu için valizlerimizin içini açarak bakıyorlar polisler. Bir de üstüne x-rayden geçiriyorlar. Hoş olmayan bir durum ama burada göreceğim her şey bana başka bir kültürü tanıtacak. Bu yüzden heyecan içerisindeyim. Çıkar çıkmaz harika bir hava bizi karşılıyor. Ne çok sıcak ne de soğuk. İnce bir montla gezilebilecek nemsiz bir hava.
İlk durağımız Agadir olacağı için arabaya yerleşip Agadir’a doğru gidiyoruz. Yollar hep dümdüz… Akşam 10 gibi Agadir’e ulaşıyoruz. Kalacağımız yerde oteller olduğu için yılbaşı kutlamaları başlamış. Bizim otelimizde de dışarıda canlı müzik var. Odama gelen yüksek müzik sesini duymadan uykuya dalıyorum yorgunluktan. Ve yeni yıla yeni keşfedeceğim bir ülke ve kültürün içinde giriyorum.
2. Gün Pazar
Sabah erkenden Fas’lı bir tanıdığımız Molla Said’in evine kahvaltıya gidiyoruz. Kahvaltı da dört büyük kasenin içerisinde sıvılar var. Bir de tabaklarda kruvasanlar, haşlanmış yumurtalar ve elmalı pastalar… Yanında ise tatmaya can attığım naneli Fas çayı. Dört büyük kasenin içerisinde olanlar Fasın özelikle bu bölgesinin ana kahvaltılık yiyecekleri. Zeytinyağı, bal ve argan yağı. Argan yağı, sadece Fas’ta yetişen Argan bitkisinden çıkartılarak elde ediliyor. Diğer kapta ise bu üçünün karışımıyla birlikte ezilmiş badem var. Bizim tahine benziyor. Türkiye’ye dönmeden alacaklarımın arasında alıyorum.
Kahvaltıdan sonra kale denilebilecek yere doğru çıkıyoruz. Agadir’de Berberi nüfusu fazla. Burası da Berberilerin kalelerinde… Kaleden alabildiğine uzanan Atlas Okyanusu’nu temaşa ediyoruz. Bir yanda beyazlara bürünmüş Agadir, öte yanda okyanus. Kalenin etrafında ise turistlerin fotoğraf çekinmesi için getirilmiş develer…
Kaleden çıktıktan sonra şehir merkezine inip Souk’a doğru yol alıyoruz. Bu sırada Agadir’in en büyük camisi Mescid-i Lübnan’da öğle namazlarımızı kılıyoruz.

Souk yani çarşıya girdikten sonra Fas’ta olduğumu hissediyorum. Etrafı uzun açık kahverengi duvarlarla çevrili Souk’ta önce pazar yeri karşılıyor bizi.

 

Mandalinalar, portakallar, çilekler, muzlar… Hepsi mis kokulu, dalından taze koparılmış uzanıyor. Her başımızı çevirdiğimizde bademli karışımın satıldığı bir yer görüyoruz. Bir adam el arabasında cd satıyor. El arabasındaki teypten gelen Kur’an sesleri dolduruyor pazarı. Bir sürü dilenci elini açıyor bize. Hele iki tanesi bir inşaat için para istiyorlar ve o sırada Kur’an’da geçen sadaka ve infak ile ilgili ayetleri okuyorlar.


Pazar yerinde biraz ilerledikten sonra kıyafet, hediyelik eşyaların satıldığı bölüme geliyoruz. Burada elimize siyah kınayla şekiller yaptırıyoruz. Meyvelerin sıkılarak kokteyl yapıldığı yerden büyük bir bardak ananas, avakado, mandalina ve çilek karışımlı kokteyl içiyoruz.

Akşam yemeği için tekrar Molay Said’lerin evine geçiyoruz. Bu kez ortaya kocaman bir toprak kapta tavukla yapılmış buranın meşhur yemeklerinden Tacin geliyor. Tavuk, soğan, yeşil zeytinler ve baharatlarla fırında pişirilmiş. Her birimiz bir kase Harira çorbasından içiyoruz önce büyük tahta kaşıklarla. Sonra ortadan tacinden yiyoruz. En çok yeşil zeytinlerin tadını ve yemeğin suyunu sevdim. Akşam yemeğinden sonra otelimize dönüyoruz.
3. Gün Pazartesi
Sabah 7 gibi kalkarak sahilde kahvaltı yapmaya gidiyoruz. Kahvaltıda Harira çorbası içiyoruz. Tatlı gözlemelerden yiyoruz. Fas’ta yiyecekler genellikle tatlı, naneli çayı da çok şekerli içiyorlar. Sonra Agadir’e birkaç saat uzaklıktaki İzmit’le kardeş şehir protokolü olan küçük Tiznit şehrine varıyoruz. Eski şehri turluyoruz. Çarşıdaki altın ve gümüş dükkanlarını geziyoruz. Kendimi birkaç asır öncede gibi hissediyorum. Topraktan yapılmış binalar, dar sokaklar, avlulu evler, yöresel kıyafet giymiş insanlar… Palmiye ağaçları, pırıl pırıl parlayan güneş, bisikletle sokakların arasında dolaşan yerliler, renkli çarşaflarına bürünmüş, kucaklarında çocuklarını taşıyan kadınlar, sokak aralarındaki küçük dükkanlardan yükselen Kur’an sesleri… Modern dünyanın insanı bunaltan havası henüz buralara ulaşmamış gibi.İnsanlar hayatı olduğu gibi yaşıyorlar.
Tiznit tam okyanus kıyısında olmadığı için arabayla okyanusa doğru yol aldık. Okyanusun kenarında oteller, konaklama yerleri, tatil yerlerini gezdik. Dalgaların kokusunu içimize çektik ve incecik okyanus kumlarının arasında yürüdük. Öğlen yemeğini Tiznit’te yedik. Yemekten hemen sonra biz de nasıl tatlı geliyorsa Fas’ta da meyve ikram ediliyor. Özellikle turunçlar inanılmaz tatlı, sulu ve mis kokulu.

 

Akşam tekrar Agadir’e dönüyoruz. Molay Said’lerin evinde bu kez akşam yemeği yiyoruz. Yine Fas usulü yine ortaya getirilmiş kocaman bir balık var. Afiyetle ortadan hep birlikte yiyoruz. Molla Saidlerle vedalaşarak otelimize dönüyoruz.